3 Temmuz 2008 Perşembe

- MEHMET MURAT SOMER -


BÜYÜK ADIM 2009’DA!
Zaman zaman yurtdışında da oldukça uzun zaman geçiriyorsunuz. Romanlarınızda en çok nereden besleniyorsunuz?
Artık emekliyim Allaha şükür param pulum da var, soğuk havayı da sevmem sıcak havalarda başka yerlerde olmayı tercih ediyorum. Daha önce Hürrem Sultan’ın hayatının senaryosunu da yazmıştım ya da 17 tane başka film senaryom var yani öyle düşünmüyorum. İçimden gelen birkaç şey vardır sentezlenmiş. Ama tümüyle kurmaca sonuçta... Şöyle söyleyeyim ben düşünsel yazan biriyim. Başkalarıyla kıyasladığımızda bende yaratıcılık kadar mühendislik de var. Yani hesap kitap da yapıyorum yazdıklarım içerisinde. Keza Hop-Çiki-Yaya serisinde de öyle. Tamam, içinde yaratıcılık var, espri var kabul ediyorum ama işin büyük bir çoğunluğu da hesap kitapla düşünerek ortaya çıktı. Travesti karakterin başrole gelmesi de bir hesap kitaptı. Dünya edebiyatında da kadın ve erkek dedektifler var. Yakın zamanda da biseksüel eğilimi olanlar, lezbiyen ve gay’ler de çıktı ki sayıca az değiller ama transeksüel ya da “transgender” dediğimiz farklı kılıklara girebilenler yoktu. Yani bunlar hesap ve kitapla ortaya çıkıyor. 70’lerin sonundan, 80’lerden beri tanıdığım hatta bazıları da yakinen olmak üzere tanıdığım travestiler var ama bu kitaptakiler onlar değil. Bu kitaptaki kahraman tamamen hoşa gitsin diye yaratılmış bir kahraman. Yani bir dolu meziyetleri ve yetkinlikleri var. Pek çok yönden gelişmiş ve incelmiş. İnsanların kendilerine daha yakın bulup çabucak sahiplenecekleri bir karakter. Bu da amaçlarımdan biriydi. Genellikle medya ki bu sadece Türkiye’de değil travestileri marjinal ve toplumun kenarındaki karakterler olarak yorumluyor. Suça meyilli, fuhuştan başka çaresi olmayan, hafif aklı kıt ya da cani yapılı insanlar olarak gösteriyorlar ve bundan çok rahatsızım. Sadece travestiler için değil, bu tip marjinal gruplar için yapılan bu tip yaklaşımların hepsinden rahatsızım. Ama travestiler bunların başında geliyor. Pek çok filmde veya polisiye kitapta varsa bir marjinal, travesti ya da eşcinsel genelde suçlu onlar çıkıyor sonunda “Kuzuların Sessizliği” de bir örnek. Öyle de olabilirler ama hepsi olmak durumunda değil sonuçta onların da tercihleri var. Belki bizde de en rafine semtlerden birinde, dört duvarın arasında veya arkadaşlarıyla gittiği kulüplerde böyle yaşayanlar olabilir. Hepsini kaldırım boyutuna indirmememiz lazım. Bu nedenle bunun zıttı bir şey yaratmaya çalıştım. Hop-Çiki-Yaya Polisiyeleri serisinin tümünde de bizim “Beyaz Türkler” diye adlandırdığımız kesimde buluşturdum bütün suçlu karakterleri. Yani negatifi pozitif, pozitifi de negatif yaptım.
Travesti hikayelerini kullanma sebebiniz genelde bu anlattıklarınız mı yoksa başka sebepleri de var mı?
Genel olarak bu tabii ki. Yani kahramanlarımın hepsi farklı... Gönül gibi neredeyse varoşa yatkın, konuşması bile biraz tuhaf olan “köylü” bir karakterim var ya da Buse gibi kontes gibi yaşayan karakterim...
Sokakta görülüp tanınmak, popüler olmak... Ne düşünüyorsunuz?
Sokakta tanınan bir ünlü olmak fikri bana pek iyi gelmiyor. Öyle olsa hayatı yaşamak ve içinde olmakta zorluk çekiyor olabilirdim. Yani içinde olup görünmez olmak ya da biraz silik kalıp dönen her neyse onun içine katılmak ya da rüzgar nerden esiyorsa onun içinde gitmek gibi fırsatları kaçırmak istemem. Çok sosyal biri değilim herhalde onun da etkisi var. İyi oynarım ama sosyal değilimdir. Ben kendimi çok severim, yalnızlığımı da çok severim. Size küçük bir anekdot anlatayım benle ilgili bir fikir verir size. 2007 kışına kadar Brezilya’da Rio De Janeiro’da geçirirdim zamanımın büyük bir kısmını. Plajı çok severim ve günümün çoğu orda geçiyordum. Bir gün İngiliz bir uçuş görevlisi gelmişti. Plajda herkesle konuşuyordu ve son derece sosyaldi. Bir gün plajda tenha, kitap okuyorum, kulağımda da müziğim var. Sonra o geldi baktı elimde İngilizce bir kitap bir şeyler anlatmaya başladı. Kulağımdaki kulaklığı çıkardım ve dönüp ona “Özür dilerim çok sosyalize olma havamda değilim, sevmem.” dedim ve kulaklığı geri taktım. Ondan sonra plaj yavaş yavaş dolmaya başladı ve o İngiliz uçuş görevlisi herkse parmağıyla beni gösterip “Biliyor musunuz bu bana ne yaptı! Bu bana ne yaptı!” diye beni herkese şikayet etti. Ben gocunmadım. Beni sokakta tanıyanlar da olduğunda “Özür dilerim, ben o değilim” filan diyorum bazen...
KEŞKE ÖYLE BİRİ OLSA
Kitaplarınızda karakterler çok gerçekçi spesifik isimler var mı etkilendiğiniz?
Çok yan karakterlerde birileri var. Ama ana karakterlerde yok. Bilinçaltım elbette sentezlemiştir ama başkahramanlar yani ilk 10 kişi tümüyle yapay. Bir dolu şeyden etkilendim. Türk filmlerini seyrederken etkilendiğim replikler, yabancı filmlerden anneanneme kadar pek çok karakterden bir şeyler var içinde. Belki onları zekice çok iyi uydurmuşum ve bunlar gerçek gözükmüşler. Benim başkahramanım Burçak ki adı beşinci kitapta çıkacak, onun gibi birisi yok, keşke olsa ama benim tanıdığım birisi yok.
Türkiye’de çıkan polisiye romanlar hep yabancı polisiyelerle kıyaslanır ve genelde başarısız bulunur. En azından bu tarz konuşmalar çoktur. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Aslında düzgün polisiyeler var ve bir kısmı çok da yeni değil. Kültür farklılıkları ve edebiyat çaplarına baktığımızda bana çok makul geliyor polisiye romanlarımız. Diğer taraftan baktığımızda romanımız da şiirimiz çok gümbür gümbür mü ya da kaç opera besteleniyor her sene ki kaç tane polisiye romanı çıkması hafifseniyor? Kültür böyle bir şey... Bir Anglo-Sakson kültür ya da bir Fransız kültürünün beslendiği yapıyla kıyaslamamız biraz zor. Onlarda bu tür kitaplar 200 yıldır yazılıyor bizde ise 50 yıldır yazılıyor. Bilemedin 70 yıldır... Bence gayet başarılı ki dünyada da ilgi çekiyor. Yabancı dile romanı çevrilen bir tek ben değilim Celil Okyar, bildiğim kadarıyla yenilerden Alper Canıgüz var ki bayılıyorum sadece iki kitabı var ama bence geleceği gayet parlak bir polisiyeci. Ve bunlar dünyada da ilgi çekiyorlar. Yani ben gerilik görmüyorum. Edebiyat bireysel bir şey... Yani bir yazarın bir kitabı iyi olunca geriye kalan 15 kitabı da iyi olacak diye bir şart yok. Agatha Christie’nin de her kitabı bence en harika olan “On Küçük Zenci” kitabı gibi değil.
ORHAN PAMUK TÜRK EDEBİYATINA VERİLMİŞ BİR ÖDÜL
Düşündüğümüzde yurtdışında kitapları basılan çok sayılı isim var ve siz de onlardan birisiniz. Yurtiçinde ve yurtdışında kitaplarınız için aldığınız tepkiler nasıl?

Yurtdışındaki açılışın ve başarının bence çok büyük bir mimarı var o da benim menajerim ve yazarlık ajanım Barbaros Altuğ. Bu başarının büyük bir bölümü de aslında ona ait. Çünkü ben kitapları yazdım ve kitaplar buradaydı. Dişiyle, tırnağıyla kazıyıp Penguin’e kadar götüren ise Barbaros Altuğ’dur. Ona tekrar kocaman bir teşekkür.
Yurtdışından şuana kadar aldığım tepkiler gayet olumlu, lakin büyük piyasalarda yaygın çıkışım 2009 başı gibi olacak. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da yayınlandı. Büyük pazardan bir tanesi olan İngiltere’de mayıs ayı gibi başlayacak ve 2008’in sonunda da Amerika’da Penguin Yayınları’ndan çıkmaya başlayacak. Tabii başka bir sürü ülke var Polonya, Macaristan... Mesela Frankfurt kitap fuarında Amerikalı bir ajan hanımın söylediğini söyleyeyim, “Bu kitaplarla Nobel almazsınız Orhan Pamuk gibi ama çok zengin olabilirsiniz ve insanları çok eğlendireceğinizden eminim.” dedi. Bu da benim amaçlarımdan biri, insanların okurken keyif alması. Türkiye’de keyif biraz daha az alınıyor. Kitap okuyan sayısı zaten az bir de her şeyde bir önyargı var. Yani ilk başlarda korkuluyordu ama büyük ilgiyle karşılandı. ‘Peygamber Cinayetleri’ni basmak konusunda ben yayınevleriyle sorun yaşadım ama sonrasında İletişim Yayınevi’yle bastık. Adı ve içeriğinden dolayı bir takım çevrelerin tepkisini çekeceğimiz düşünüldü. Keza ‘Buse Cinayeti’ kitabında da aşırı milliyetçi yapılanmanın içinde olanlar var. Ama herhalde onlar okumadılar. Ya da önemsemediler. Yani okuyanlar genelde çok sevdik, çok eğlendik gibi tepkiler veriyorlar.
Peki, genel olarak Türk yazarlar için ne düşünüyorsunuz?
Valla ben Orhan Pamuk’a çok hayranım. Ve onun sayesinde benim yurtdışı kapımın daha çok aralandığı düşüncesindeyim. Yani Orhan Pamuk’un başarısı Türk edebiyatına verilmiş büyük bir ödül, büyük bir onur ve büyük bir şanstır. Bir dahaki Nobel Ödülü’ne kadar... Öncelikle Türk edebiyatına ilgiyi yönelttiği için çok önemlidir bu başarısı. Ama onun dışında çok var sevdiğim yazarlar. Gençlerden mesela Alper Canıgüz’e bayılıyorum. Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Ayşe Kulin... Yelpazenin farklı yerlerinden çok sevdiğim yazarlar var.
Sevmedikleriniz?
Çok... 20’li yaşlarıma kadar vazife niyetine başladığım kitabı sonuna kadar okur, filmi sonuna kadar izlerdim ama artık öyle bir huyum yok. Belli bir noktasına geldiğimde hala beni sarmadıysa bırakıyor ve unutuyorum. Merak da etmiyorum. Zaman içinde daha komformist oldum, kendi değerlerime daha çok yaklaştım zaten hedonistik yapıda birisiyim. Hayatım daha çok keyif almak, zevk almak üzerine kurulu. İzlediğim ve okuduğum şeyleri ne kadar çok takdir edersem edeyim sıyrılabiliyorum ondan. Takdir duygumla zevk almak duygumu ayırmayı öğrendim. Bazı şeyleri çok takdir edebiliyorum ama bu onu seveceğim anlamına gelmiyor.
EN BAKİR KİTABIM
“Buse Cinayeti” kitabını kitaplarınız arasında nerde görüyorsunuz?
“Buse Cinayeti” bu seri için yazdığım ilk kitap, o anlamda ilk göz ağrım. Diğer taraftan da en amatör, en bakir kitabım. Bunu niye söylüyorum; kaygım vardı, hiç hesap kitap yapmadan aklıma geldiği gibi bir şeyleri deşmeden yapmıştım. Karakterlin çoğunu ilk olarak ortaya çıkarttığım, tepkiler en çok gördüğüm ona göre birilerini asıldığım, geliştirdiğim kitap bu.
Kitaplarınızda müziğe de oldukça yer veriyorsunuz...
Ben yıllarca müzik eleştirmenliği de yaptım genellikle barok müzik ve opera üzerinedir. Klasik müzik konusunda Türkiye’deki iyi arşivlerden birine sahibim ve de epey de iyi bilirim. Genellikle klasik müzik ağırlıklıdır zevkim ama pop’u da bilirim. Mesela günümüzde enteresan bulduklarım ilgimi çekiyor ama hip-hop çekmiyor mesela. Bir kısmı bana gerçekten birbirinin aynısı gibi geliyor ama mesela Britney Spears’a gerçekten hayranım. 21. yüzyılın starı olduğuna inanıyorum. Bende DVD’si olan sayılı insanlardan biridir. Benim starlık kavramımı karşılayabilen birisi, çağın ötesinde. Madonna’nın varlığı da bana çok çok iyi geliyor. Mesela Tarkan ne zaman star oldu? Kimse yapmazken kıllı göğsünü açıp şıkıdım şıkıdım dans ederek oldu. Ondan sonra ondan daha güzel vücutlu, daha iyi dans eden oğlanlar çıktı ama hiçbiri o olmadı. Çünkü artık bir nokta öteye geçilmesi gerekiyor
Size çok sorulan bir soru ama ben de sormak istiyorum nedir bu 27 yaş olayı?
Ben tutarlı biriyim. 27 çok güzel bir yaş, 27 iyiydi... Ben öteki yaşları biliyorum, öncesini ve sonrasını onları deneyimledim. O yüzden 27’de karalıyım. Ve bana tutarlılık olarak geliyor. Ayakkabı numaram, boyum değişmiyor... Pek çok şeyim değişmiyor yaşım da değişmiyor. Seneye sorun hepsinin cevabı yine aynı olacak... 1959 doğumluyum ve hala 27 yaşındayım.


İpek Atcan
Sabah Kültür Sanat - Mart 2008

- MUSTAFA KEÇELİ -


Miller Music Factory’nin ‘Alternatif Rock’ kategorisinin bu seneki birincisi Mustafa Keçeli “Butik Rock” olarak da tabir ettiği sound’u ile önümüzdeki aylarda karşınızda olacak

Müzikle olan ilişkisine ilk olarak 1998 Yılı’nda Gripin’den Birol’un da dahil olduğu Yankı adlı grup ile başlayan ve bu grupla beraber Radyo Boğaziçi’nin düzenlediği müzik yarışmasında 5 dalda verilen ödüllerin 4’ünü alan Mustafa Keçeli, 10 yılın ardından bu kez de Miller Music Factory’de ‘Alternatif Rock’ kategorisinde birincilik kazandı.

Yarışmaya katıldığı dönemlerde bir yandan da bu sene Ekim ayı gibi çıkarmayı düşündüğü albümün çalışmalarını da sürdüren Mustafa Keçeli “Albümüm neredeyse bitmek üzereydi yarışmalara her ne kadar fazla ilgim olmasa da Bedük gibi iyi isimler çıkaran Miller Music Factory’i takip ediyordum. O sıralar Kaan Düzarat geldi ve benimde katılmamı söyledi, son gün parçayı yetiştirdik,” şeklinde anlatıyor yarışmaya katılma dönemini. “İyi bir iş yaptık ve bunun dikkat çekeceğini biliyorduk. Amerika ve Avrupa’da olan ama Türkiye için yeni bir sound’a sahip.” Üniversite yıllarını kendini eve kapayıp müzik yaparak geçiren biri için oldukça gergin bir süreç olduğunu da “İlk üçe gireceğimi tahmin ediyordum bu da sahneye çıkmam demek. Bayadır sahne almadığım için oldukça gerilmiştim,” şeklinde dile getiriyor.

Teoman’ın “Renkli Rüyalar Oteli” albümünden de tanıdığımız Mehmet Cem Ünal, Mustafa Keçeli’nin ortaokuldan beri arkadaşı olan bir isim, albümünün de prodüktörlüğünü üstleniyor. Albümde iki parça da Kaan Düzarat’ın prodüktörlüğünde yapılmış. Albümün sound’unun yanı sıra duygusunun da farklılık içerdiğini sık sık dile getirirken “Sözler oldukça naif ve optimist. Hayatta her şey acı ve depresif değil, ben öyle olmadığına inanıyorum. Herkes aşkın acısını binlerce kere anlatmış, ben farklı bir şey yapayım istedim. İstemek bir yana zaten bunu hissediyorum. Derinliği olan şarkılar da var elbet ama genelde sözler iyimser,” diyor. Muse, Led Zeppelin, The Beatles gibi isimleri oldukça sevdiğini ve eğer benzerlikler varsa bunun kötü değil aksine dolu dolu ve iyi bir sound’a sahip olmak olduğunu üstüne basa basa söylüyor. Aynı zamanda reklam müziği de yapan ve seslendiren Mustafa Keçeli, bu sene Kristal Elma’ya katılacak ve oradan da ödül bekliyor. Şimdilik en yakın konseri 5 Haziran’da Galatasaray Lisesi’nde yapılacak olan ve mor ve ötesi’nden önce çıkacağı festival.

Söz ve müziği tamamen Mustafa Keçeli’ye ait olan albüm 10 yıl içinde yapılan 50-60 kadar şarkının elenmesi sonucu oluşturulmuş ve kaydı 1 sene sürmüş. “Ben mükemmeliyetçi biriyim ve her yaptığım şey olabildiği kadar iyi olsun diye düşünüyorum. Albüm 1 senede kaydedilince ben bile tamam oldu dedim. Oldu ve hakikaten mükemmel oldu.”

İpek Atcan
Rolling Stone - Haziran 2008